Röportaj | Yasmani Copello

Spor dallarının birçoğunda “devşirme” atletlere rastlamak mümkün. Fransa’nın Cezayir ve Senegal’den devşirdiği koşucularından, basketbolcularından İspanya’nın Afrika’dan devşirdiği onlarca basketbolcu ve futbolcuya kadar bu duruma dair örnekler verilebilir.

Birçok ülke gibi Türkiye de devşirme atlet konusunda adımlar atmakta; özellikle de işin direkt olarak atletizm kısmında. Bu bağlamda koşucular sınıfında Avrupa’nın en elit isimlerinden biri olmayı başaran Yasmani Copello Escobar, Kübalı olmasına karşın 2013’te Türk vatandaşlığına geçtiğinden beri Ay-Yıldızlıyı göğsünde taşıyarak yarışlara çıkıyor. Çıktığı yarışlarda ise onlarca başarı kazanmayı ihmal etmiyor tabii ki…

Koronavirüs salgını hayatımıza gireli neredeyse bir yıl oldu. Sürekli antrenman gerektiren bir sporla uğraşıyorsunuz. Peki bu zorlu süreçte mental ve fiziksel açıdan nasıl bir rutin uyguluyorsunuz?

Öncelikle şunu söylemeliyim ki, bundan beş-altı ay öncesine kadar her şey berbat durumdaydı. Ne yapacağımızı, gelecekte neler olacağını asla bilemiyorduk. Şu anda da hiçbir şey net değil ama en azından sadece negatif haberleri duymuyoruz. Koronavirüs salgını başladıktan sonra uzun bir süre boyunca gerçek anlamıyla hiçbir şey yapmadım. Evde eşimle birlikte oturdum ve yemek yedim, film izledim, oyun konsolunda zaman harcadım. Yaz aylarına doğru evde antrenman yapmaya başladım. Evde koşuyordum ve doğrusunu söylemem gerekirse (gülerek) komşularımdan birçok kez azar işittim ama yazla birlikte pist antrenmanlarım başlayınca her şeyi olması gerekene daha yakın bir şekilde yapmaya başladım.

15 Nisan 1987’de Küba’nın başkenti Havana’da doğdunuz. Ancak şu anda sizinle yarı Türkçe-yarı İngilizce olarak Türkiye’de röportaj yapıyoruz. Türk vatandaşlığına geçişiniz nasıl oldu?
Ah, bu hayatımda yapmaktan en fazla gurur duyduğum üç hamleden biriydi (diğer ikisinden biri kesinlikle evlenmekti). 2010’a doğru Küba’dan ayrılıp İspanya’ya gittim. Doğrusunu söylemem gerekirse, İspanya’ya gitmemdeki ana nedenim oradan vatandaşlık alıp daha üst düzey şartlarda koşmaktı. 2012’ye kadar bekledim fakat her şeyin resmîleşmesi için beş-altı yıl daha beklemek zorunda olduğumu belirttiler. Yani hayallerim için ideal ortama kavuştuğumda yaşım neredeyse 30 olacaktı. O dönemler Fenerbahçe’de olan bir sporcu arkadaşımla konuşuyordum, ona durumu anlattım ve bana neden Türkiye’ye gelmediğimi sordu. Türkiye aklımdan geçmemişti bile ve sonrasında bundan pişman oldum. Demek istediğim, buradaki şartlar, insanlar, spor ortamı benim ideallerim için gerçekten de muazzamdı ve 2013’te Türk vatandaşlığına geçtiğimde bundan yüzde yüz mutluydum. Hala daha öyleyim ve böyle kalacağım.

Peki tüm bu hikâye nasıl başladı? Neden koşucu olmayı seçtiniz?
Küba’da her çocuk dört-beş yaşından itibaren ister sporcu olsun ister olmasın koşmaya meraklıdır. Bu bizim genlerimizde, DNA’larımızda olan bir şey. İlk başlarda voleybol ve beysbol branşlarında şansımı denedim ama hızımı koordine etme konusunda sorun yaşadığım için bu iki sporu hemen bıraktım. Annem bana, “Bak, çok hızlısın peki neden sadece koşmuyorsun?” dedi. Koşuculuğu bir meslek olarak hayal edemiyordum tabii ki, ancak kısa süre içerisinde koşmaya ne kadar bağlı olduğumu anladım. Yüzüme üç şerit hâlinde kömür sürüp ayaklarımı sıvazlayıp gün boyunca farklı engellerde koşuyordum ve sonunda işleri üst seviyelere kadar getirebildim. Ailemin desteğini asla ama asla göz ardı edemem.

Havana’da doğdunuz. Çocukluğunuz koşmak dışında nasıl geçiyordu?
Eh, 50 sene önceki gibi Amerika Birleşik Devletleri’yle giriştiğimiz o sancılı savaş dönemi tabii ki bize tamamıyla denk gelmemişti ama nüfusta yoksulluk hissediliyordu. Ancak aile olarak hayatımızı iyi geçiriyorduk; planlıydık, zorluklar karşısında doğru çözümleri bulmayı biliyorduk ve günün sonunda daima mutlu oluyorduk. Çok olağanüstü bir çocukluk dönemi geçirmedim ama mutluluk, samimiyet… Bunların hepsi muazzamdı.

Aileniz şu anda Küba’da mı yoksa Türkiye’de mi?
Havana’dalar! Orada yaşamlarını çok daha iyi bir şekilde sürdürebiliyorlar.

Senede kaç defa ailenizi görebiliyorsunuz?
Küba’ya 25 veya 30 gün tatil için gidiyorum. 45 gün ise sadece antrenman yapmak için orada olmak istiyorum. Yani 12 ayın az-çok iki ayını orada geçiriyorum diyebilirim. Ama bu tabii ki turnuvaların yoğunluğuna göre değişiklik gösteriyor.

Türkiye’de en fazla zorlandığınız şeyler neler oluyor?
Dil dışında hiçbir sorunum yok! Türkçe ile İngilizce ve İspanyolca arasında o kadar büyük bir fark var ki… Türkçe’de her cümleyi diğer dillere göre daha uzun, eklemeli söylemeniz mümkün, ki zaten işleri zorlaştıran şey de bu. Biraz komik olacak ama diğer şey ise “Escobar” soyadım ile ilgili. Bildiğin gibi, Escobar, uyuşturucuyla ilişkilendirilen bir isim. 2013’ten beri birçok kişi dizilerin ve filmlerin etkisiyle bana “Escobar’la bir bağın var mı?” diye heyecanlı sorular soruyor. Tabii ki yok!

400 metre engellide yarışıyorsunuz ve birçok önemli organizasyonda madalyalar kazandınız ve Türkiye rekorları kırdınız. Burada merak ettiğim şey, yarışlara nasıl odaklanıyorsunuz?
Hiçbir şeye! Ciddiyim, koşarken olduğu gibi yarışırken de odaklandığım tek bir şey veya birden fazla şey olmuyor. Elbette bazı uğurlarım ve motivasyonlarım var ama zaten birincili odak olarak belirlemek, birinciliği alamamak ihtimalini göze almak demek. Bunu sevmiyorum. Tek amacım kazanmak. Bu yeterli.

Peki yarışlara hazırlanırken nasıl bir antrenman programınız oluyor?
Ekibimle birlikte genel bir plan hazırlıyoruz. Kaçta kalkmam gerekiyor, kaçta ne yemem gerekiyor gibi birçok konu üzerinde çalışıyoruz. Çünkü yarışlar her ne kadar kısa sürse de o sürede maksimuma ulaşmak için inanılmaz bir efor harcamanız gerekecek. İşin özellikle de beslenme kısmı çok önemli oluyor. Bu konuda eşimin titizliği çok yardımcı oluyor. Bazen bana, “hayır, onu asla yiyemezsin” dediği bile oluyor (gülerek). Ama bu kesinlikle zarardan çok maksimum yarar veriyor. Mesela karantina döneminde bir ara 91 kilo olmuştum, ki bu benim için çok yüksek. 84-85 kilo olduğum zamanlar en üst performansıma ulaşıyorum. Şu anda 85 kiloya indim. Ve elbette eşimin yardımları paha biçilemez.

En sevdiğiniz yemek ne?
Türkiye’de sevmediğim bir yemek yok… Kısıra bayılıyorum, en sevdiğim yiyecek kısır olabilir. Sonrasında kuru fasülye diyebilirim. Küba’dan ise özel bir şey yok. Mükemmel pişmiş, yağsız tavuk ve pilav. Bu yeterli.

En sevdiğiniz yemek demişken… En sevdiğiniz film ne peki?
Bu biraz ilginç bir cevap olacak ancak Recep İvedik! Biliyorum, içerisinde birçok küfür yer aldığı için bu film serisini tamamıyla televizyonda göstermek sakıncalı ama filmdeki basitliğin eğlenceli yanı, keyif veren tarafı beni çok etkiliyor açıkçası. Tüm seriyi birkaç kez izlemişimdir.

Hobileriniz neler?
Çok fazla hobisi olan biri değilim. Boş zamanlarımda olabildiğimce eşimle zaman geçirmeye çalışıyorum. Ancak kafamı tamamen yalnız olarak boşaltmak istediğimde oyun konsolumda zaman harcıyorum. Bazen 9-10 saat oyun oynayabiliyorum. Eğer Call of Duty’de istediğim gibi ilerliyorsam… İşler 15-16 saate kadar çıkabiliyor. Ama sık sık değil, nadiren.

Güncel Yazılar

Popüler Yazılar