“Tek yol senin yolun değildir felsefesini anladım ve emin ol bu, hayatımı değiştirdi” diyor Martin Schiller…
“Basketbol, gerçek anlamıyla hayatımı ifade ediyor ama sadece 10 kişinin oynadığı, iki potanın olduğu bir spor olarak değil, ayrıca, bir kültür, bir değer, bir gelenek, bir bakış açısı olarak. Bencilleşmemeyi, insan olmayı bu sayede öğrendim.”
Martin Schiller, üzerinde gri taban üzerine basılan zarif Zalgiris Kaunas logolu tişörtü ve pazartesi sendromunun getirmesi gereken depresif havanın tam tersine, yüksek enerjisiyle birlikte zoom üzerinden sohbetimizi ilerletirken samimiyetinden asla vazgeçmiyor, ki bu, yetiştiği aileyi göz önüne aldığımızda oldukça doğal geliyor. “Babam Avusturya’da doğdu. Annem Büyük Britanya’da doğdu. Ben ise Viyana’da doğdum. Babamın işi nedeniyle Almanya’da Hamburg’da büyüdüm ama gençliğimi İsveç’te geçirdim. Sonra yeniden Almanya’ya döndüm, orada çalıştım, Utah’a gittim ve şimdi Kaunas’tayım.”
Schiller, gittiği ülkeleri ve şehirleri sayarken yüzü birden bire sanki bu tecrübeleri yaşamadığını andıran bir hâl alıyor, bir an duraksıyor, gülümsüyor ve, “Eh, güzel bir macera gibi görünüyor, değil mi?” diyor. 1982 doğumlu basketbol tutkunu, kültürlü, geliri iyi ve bir o kadar da samimi bir aileden geliyor.
“Babam avukattı ve annem kütüphanede müdür olarak çalışıyordu. Çok zengin bir aile değildik ama durumumuz iyiydi, daha da önemlisi, huzurluyduk ve geleneklerimize bağlıydık. Dürüsttük. Babam bağlı olduğu avukatlık şirketinde çok ama çok uzun yıllar boyunca çalıştı. Annem de öyle.”
Martin neredeyse 20 yıldır basketbolun içinde profesyonel olarak bulunan biri ve yaşadığı yerler, çalıştırdığı takımlar derken onlarca farklı kültürü, perspektifi öğrendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Peki bu şeyler ona ne kazandırdı? En başa dönüyoruz. “Dediğim gibi, ‘tek yol senin yolun değildir’ ifadesi. Demek istediğim, 30 maçlık bir sezonda ilk 17 maçta süre bile vermediğim bir oyuncum, 18. maçta gerideysek bana söyleyeceği bir şey ile rakip takımı nasıl çözebileceğimi gösterebilir. Fikirlerimi esnetip oyuna ve hayata bakış açımı katmanlaştırmamı sağlayabilir. Farklı yerlerde çalışıp farklı kültürleri görmenin en büyük artısı bu. Bizler basketbol ‘inekleriyiz’ ama aynı zamanda çevremizde olan biteni de görüyoruz. Bir şeyin tek bir yolu yoktur; varsa bile o tek yola yüzlerce farklı şekilde ulaşılabilinir.”
Schiller Ailesi’nde bir avukat ve bir de kütüphane görevlisi olduğunu öğrendik. Peki nasıl oldu da Viyanalı’nın yolu basketbolla kesişti? “Ah, tenisi seviyordum ve her Avrupalı çocuk gibi futbolu da,” diyor ve ekliyor: “12 yaşıma kadar tenis ve futbol oynadım. 12 yaşımda (belki 11’in sonları da olabilir) çok yakın bir arkadaşımın basketbol akademisine başladığını öğrendim. Birkaç hafta beraber parkta basketbol oynadık, dürüst olacağım, öyle inanılmaz bir sevgi veya tutku oluşmadı içimde ama sporu sevmiştim. Basketbol oynamaya başladım ama şartlar ve durumlar beni antrenörlüğe yönlendirdi.”
“Her insan basketbolcu olmak ister ama antrenör olmak da benim için mükemmel bir seçenekti. NBA’deki maçları zor da olsa bulup izliyordum ve kenardaki takım elbiseli adamlar dikkatimi çekiyorlardı. Onların oyuna yaptığı müdahalelerin ne denli etkili olduğunu anlayabiliyordum.”
Schiller’ın yolculuğu doğduğu şehir Viyana’ya bir ülke uzaklıkta gibi görünen ama aslında 934 kilometre olan, 10 saat uzaklıktaki Düsseldorf’ta başladı. Schiller, 2004-2005’i Düsseldorf’un baş antrenörü olarak tamamladı. Köln’deki Alman Spor Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra altyapısında basketbol oynadığı TSG Bergedorf’a koç olarak gitti. 2007’ye kadar orada kaldı. 2007’de elindeki teklif sonraki üç teklif gibi asistan antrenörlüğe dairdi. 2010’a kadar WBC Wells’in asistan antrenörlüğünü yaptı. 2010’da oradan ayrıldı ve beş yıl süren Artland Dragons macerası başladı. 33 yaşındayken en büyük şansı buldu Schiller: Riesen Ludwigsburg’dan ve Almanya Milli Takımı’ndan asistan antrenörlük teklifleri.
İkisini de kabul etti. 2017’de Ludwigsburg’dan ayrıldı ve kıta değiştirdi. Basketbolun diyarı, küçükken hayranlıkla baktığı takım elbiselilerin evi, NBA, Schiller’a farklı bir pencere sunmuştu… “Bencil, kibirli biri gibi görünmek istemiyorum ama 2017’ye kadar gerçekten de iyi bir macera geçirmiştim. Milli Takım’da ve kulüpler bazında iyi işler yapan bir ekibin parçasıydım ve gerçekten çok çalışmıştım. 2017 yazına doğru Almanya Milli Takımı’nda beraber çalıştığım ve uzun dönemdir Utah Jazz’in asistan antrenörü olan Alex Jensen bana Utah’ın G League takımının baş antrenörlüğü için adımı listeye eklediklerini söyledi.”
“Eh, heyecanlanmıştım, Jensen’in etkisi önemliydi ama o işi almam için becerilerimi, beni diğer adaylardan ayırma ihtimali bulunan tüm özelliklerimi göstermem gerekiyordu. Bunun için çalıştım ve 23 Ağustos 2017’de Utah Jazz’in G League takımı Salt Lake City Stars’ın baş antrenörlüğüne getirildim.
G League’i ilk kez duyuyorsanız, kısaca özetlemekte fayda var. Neredeyse her takımın bir G League takımı bulur. Bu ligde bir düşme veya yükselme yaşanmaz, her takım sürekli olarak oradadır. NBA’deki takımlar, sezon içerisinde rotasyona almayı planladıkları oyuncularını, bazı çaylaklarını ve uzun vadede kadroya ekleyebilecekleri bazı isimleri G League’deki takımlarına gönderirler. Bir nevi elit kaliteli altyapı ligidir G League. Kadrosu haftadan haftaya değişebilir ama rekabet seviyesi genel olarak birçok Avrupa liginden yüksektir. Schiller, 2019-2020’de Yılın Koçu seçildiği ligi ele almak için düşünürken biraz nefesleniyor, düşünüyor, jest ve mimiklerini ifade etmekten kaçınmıyor, kafasında bir anda parlayan onlarca kelimeyi yerleştirmeye çalışan bir bilim insanı gibi uzun ve açık yanıtını vermeye başlıyor.
“Hmm, doğrusu, bu lig, biraz ‘dengesiz’ bir lig. Dengesiz derken iyi bir şeyi anlatmak istedim. Şöyle ki, ligde her takımın onlarca farklı sistemi vardır. Çünkü sizi tüm sezon taşıma ihtimali olan yıldız oyuncunuz, bir anda NBA takımınıza yükselebilir veya takaslanabilir. Bu nedenle her türlü oyuncu diziliş için her türlü sistem yaratmak, esnek olmak durumundasınız. Oyuncu havuzu çok derin. NBA seviyesine uygun oyuncular var, EuroCup seviyesine uygun oyuncular var, Euroleague için mükemmel adaylar var ve her seviyedeki lig için ideal isimler var.”
“Teknik açıdan da kendinizi geliştirmek için mükemmel bir yer G League. Baskıyı üzerinizde hissederken oyunda kalmak ve kafanızdakileri değişen oyuncu grubuna aktarmak için çok fazla çaba harcıyorsunuz, ki bunu gerçekten de yapmak ustalık isteyen bir durum.”
Utah Jazz, gelenekler ve sistematik yapılanma açısından belki de dünya üzerindeki en mükemmel oluşumlardan biri. Zira bir kere alıştıkları bir yapıyı, çağlarının gerekliliklerine uydurarak sürdürebiliyorlar. Baş antrenör Quin Snyder ve genel menajer Dennis Lindsey mesela. Schiller, ikiliye dair, “Onlarla çalışmak keyifliydi. Dennis tüm yoğunluğuna rağmen evimizde oynadığımız tüm maçları yerinden takip etti. Quin ile sürekli iletişimdeydik, fikirlerimiz ve uygulamalarımız genellikle aynı doğrultuda oldu, ki bu mükemmel bir şeydi.” ifadelerini kullanıyor.
Utah’tan Zalgiris’e dönüşümüzü birtakım rakamlarla birlikte yapıyoruz. Synergy Sports’taki verilere göre Schiller, G League’deki son sezonunda takımına geçiş hücumu ve boşaltılan alanı “drive and kick” denilen hücum sistemini benimsetti. Salt Lake City’nin o sezonundan bazı veriler şu şekilde:
- Nokta şut setleri: 944 pozisyonda %39,1 isabet oranıyla 929 sayı
- Pick and roll’de topu yönlendiren oyunculara kurulan hücum setleri: 920 pozisyonda %41,8 isabet oranıyla 724 sayı
- Geçiş hücumları: 867 pozisyonda %59,8 isabet oranıyla 949 sayı
- Topsuz hücum setleri: 234 pozisyonda %69,5 isabet oranıyla 308 sayı
Kısacası, yukarıdaki dört hücum kategorisi, Salt Lake’in hücum direkleriydi. Peki Schiller tedrisatında Zalgiris Kaunas’ın bu yıl sergilediği hücum performansında neler öne çıkıyor dersiniz?
- Nokta şut setleri: 922 pozisyonda %44,2 isabet oranıyla 1069 sayı
- Pick and roll’de topu yönlendiren oyunculara kurulan hücum setleri: 592 pozisyonda %46,9 isabet oranıyla 542 sayı
- Geçiş hücumları: 413 pozisyonda %64,8 isabet oranıyla 546 sayı
- Topsuz hücum setleri: 294 pozisyonda %66,4 isabet oranıyla 377 sayı
Aradaki maç farkını çıkıp her şeyi 36 pozisyon üzerinden hesapladığımızda rakamlar neredeyse birebir aynı. Peki burada dikkatinizi bir şey çekti mi? Hani şu NBA’de ölen “post” oyunlarının olmaması? Pick and roll’de devrilen oyuncuya çok fazla set çizilmemesi? Schiller, uzun istatistik aktarımımı dinledikten sonra öncelikle, “Ne? Rakamlar gerçekten bu kadar yakın mı?” diyor ve sistemini nasıl aktardığını anlatmaya başlıyor. “Öncelikle, basketbolda hiçbir şey kopyala-yapıştır sistemiyle çalışmaz. Her şey kendi içerisinde bir düzendedir ve her şey o düzen etrafında gerçekleşir. Kişisel olarak şunu ifade edebilirim ki, post oyunlarından nefret ediyorum. Taktiğim hıza ve tempoya dayanıyor. Hız ve tempo oyununda yarı sahada tüm geometriyi açmak birincil hedefim. Yani günümüzdeki spacing kavramını tüm setlerime işliyorum. Spacing’i penetre çıkışlarındaki paslarla, ekstra paslarla ve topsuz oyunlarda zipper (bir oyuncunun pota altındaki topsuz oyuncuya arkadan perdeleme yapması), stagger (iki oyuncunun art arda gelecek şekilde bir oyuncuya perdeleme yapması) gibi perdeleme tarzlarıyla dolduruyorum.”
“İşin savunma kısmında ise ah, tanrım, tam saha baskıda rakibi bunaltmaktan, onları basketbola küstürmekten daha güzel bir şey olamaz! Tam saha baskıyı her maç yapmak zor, çünkü bir yerde oyuncularınızın pilleri bitiyor. Ama tam saha baskı, alanı daraltmak ve rakibi yoğun bir çembere almak mükemmel bir şey. Bunun dışında adam adama savunma birincil tercihimiz.”
“Yani alanı aç, tempoyu arttır ve net şutları değerlendir.” Schiller bu konuya değinmişken ona Avrupa ile NBA basketbolu arasındaki makasın teknik anlamda ne kadar daraldığını sorduğumda, “Makas çok daraldı ve şu bir gerçek ki, Euroleague’deki birçok takım, NBA’deki birçok takıma göre üçlük kullanmaya daha hevesliler. Onlar da bunu seviyorlar ama sadece NBA’deki kalite zenginliğini bulmak çok zor” diyor.
Sohbetimizin Zalgiris Kauns tarafı üç spesifik oyuncu üzerine kuruluyor: Fransa’nın meşhür akademilerinde basketbola başlayan, Partizan’ın ünlü kadrosunun bir parçası olan, NBA’de Gregg Popovich’le çalışıktan sonra Avrupa’da Zeljko Obradovic tedrisatı altındaki Fenerbahçe Beko’da oynayan ama hayal kırıklığından başka bir şey getirmeyen, bu yıl ise kariyerinde patlama yapan Joffrey Lauvergne, ilk konuğumuz.
“Joffrey, kariyerinin en iyi sezonunu oynuyor bence. Fenerbahçe’deki kötü macerasından haberdarım ama bu sadece kötü geçen bir süreçti. Basketbolda bu tarz hikâyelere pek çok rastlanır: beklentiler ve hayal kırıklıkları. Ama bu yıl da gördüğümüz gibi o kimliğini bulmuş durumda. Açık alanda enerjisiyle ve sete set oyunlarda akıcılığı, oyun aklı ve bitmek bilmeyen takım eforuyla bize yüzlerce alanda avantaj sağlıyor.”
Fransa’dan Litvanya’nın yeni incisi Marius Grigonis’e geldiğimizde ise Schiller, önce, “Ah tanrım..” diyor, ki bu yükselişinde pek de haksız değil. Zira uzun bir süredir gölgelerde kalan ve potansiyeli daima potada olan Grigonis, şu anda Euroleague’in en iyi oyuncularından biri olmuş durumda. “Grigonis kariyerinin patlama noktasına bir adım uzaklıkta. Daha patlama yapmadı, daha iyi olacağı bir versiyonunu da göreceğiz. O şu anda çok iyi çünkü birçok şeyi bir arada kombinleyebiliyor: fiziksellik, zekâ, pick and roll’lerde çeşitlilik, saha görüşü, ayak oyunları ve çok yönlülük. Takımımıza kattığı değeri ne istatistik kâğıtları anlatabilir, ne de ben.”
Grigonis’ten sonraki son konuğumuz bir diğer Litvanyalı, Rokas Jokubaitis. Zalgiris’in eski baş antrenörü Sarunas Jasikevicius tedrisatında A takıma çıkan, bir NBA adayı olan 2000 doğumlu oyun kurucu, bu yıl Euroleague’de aldığı süreye oranla en verimli işi yapan isimlerden biri. “Çalışmaya aç, zeki ve daima hedef odaklı,” diyor Martin onun hakkında. “Onun takımımıza yaptığı katkı çok özel. Kenardan gelen, az sürede fazlasıyla katkı yapan 20 yaşındaki birinden bahsediyoruz. Bu sahip olması özel bir ayrıcalık.”
Genç bir oyuncudan bahsetmişken Avrupa basketbolunun en iyi altyapılarından birine sahip olan Zalgiris’in 2004 doğumlu yıldız adayı Paulius Murauskas’tan bahsetmemek olmaz tabii ki. Zira Schiller, 17’sine yeni basan oyuncusuna birkaç hafta önce Litvanya Basketbol Ligi’nde şans vermişti. “Murauskas, yeni dönem oyunun aradığı tarzda bir basketbol oyuncusu. Uzun boylu ve topu yere vurabiliyor, potaya atak edebiliyor, hareket hâlindeyken takım arkadaşlarını paslarla besleyebiliyor. Kesinlikle ama kesinlikle değerli bir parça olabilir, tek dileğimiz, gelişimine devam etmesi ve tüm parçaları bir araya getirebilmesi.”
“Biliyor musun,” diye devam ediyor konuşmamız ilerledikçe bir antrenörden ziyade bir öğretmen havasına bürünen Schiller. “Litvanya’ya dair en sevdiğim şeylerden biri bu oldu. Yani sadece Murauskas değil, birçok 2004 ve 2005 doğumlu oyuncu kendilerine çok rahat yer buluyorlar ve her yetenekli atlet, futboldan ziyade basketbolu seçiyor. Burası bir basketbol cenneti…”
Schiller basketbol cenneti olarak nitelediği Kaunas’ta eskiden basketbolcu olan eşi ve iki tatlı küçük kızıyla yaşıyor. “Aile ve basketbol arasında bir denge kurmaya çalışmıyorum bile,” diyor ve ekliyor: “Çünkü aile daima önce gelir.”
“Antrenmanlara, yolculuklara ve maçlara fazlasıyla zaman ayırıyorum. Bu nedenle elbette her işi olan evli ve çocuklu erkek gibi ailemle yedi gün 24 saat beraber olamıyorum ama beraber olduğumuz zamanları tam enerji ve sevinçle geçirmek için ortaklaşa yolda buluşmayı biliyoruz.”
Schiller kızlarının basketbola olan ilgilerine dair, “Eh, biraz üzücü olacak ama hayır, basketbol delisi değiller ama tamam, bununla bir sorunum yok. Onlar kendi hayatlarını kuracaklar ve destekçileri ben ve eşim olacağız.” diyor.
Son sohbet konusu olarak iş “favori yemek, kitap ve film” kısmına geldiğinde Schiller, favori yemeğini söylemeden önce biraz gülüyor ve “İskender! Bunu beklemiyordun, değil mi!!!” diyor. En sevdiği filmi “Evde Tek Başına” olarak belirlerken en sevdiği kitap konusunda “John Irving’in The World According to Garp’ını seviyorum.” diyor.
Martin Schiller. Onlarca farklı kültürü gören, hukuk ve kütüphane terimlerine aşina olarak büyüyen, yolunu basketbola çizen, tüm basamakları sabırla çıkan ve günümüzün en büyük sorunları olan kibirlilik, egoistlik duygularından yoksun olan başarılı bir basketbol insanı. Son cümlelerini yine en baştaki ifadeleriyle özdeşleştiriyor. “Basketbol, çok güzel bir spor. Eğer ki bu sporu kültür haline getirip hayatınıza farklı perspektifler katabilirseniz, işte o zaman bu güzel spor dalından tamamıyla yararlanmış olursunuz.”
Röportaj: Kuzey KILIÇ